İnsanoğlu, zeka
pırıltılarını ilk göstermeye başladığı günden bu yana nereden geldiğini, ne
olduğunu ve nereye gideceğini sürekli düşünmüş, cevabı bulduğunu zannettiği
anda, bulduğu bu kutsal cevap için, başka bir kutsal cevaba inananlarla
savaşmış, onları öldürmekten çekinmemiştir. Kitleler bu kutsal cevaplara, diğer
bir deyişle dinlere, konulan kurallar çerçevesinde bağnazca bağlanırken, kutsal
cevabın gerçek anlamını kendilerine saklayan ilk Ezoterik öğretinin yaratıcısı
rahipler, sıradan insanların yetersiz bilgileri ile bu cevabı
anlayamayacaklarını düşünerek bir sırlar sistemi oluşturmuşlardır.
Ezoterik-Batini
sırların, sadece bu sırları elde etmeye hak kazanan belli bir zümreye
verilmesi, bu doktrinin hem zayıf yanını hem de, bugüne kadar ulaşıp günümüz
uygarlığının oluşmasında büyük rol oynamış güçlü yanını aynı anda içine
barındırır. Öğretilerin ancak belli bir eğitim ve bireysel gelişimden sonra
sırlarını ortaya koyması, kitlelerden kopuk doktrinler olarak kalmasına neden
olmuştur. Öte yandan, sırların semboller dili bünyesinde son derece iyi
saklaması ve sembollere her çağda gelişen uygarlık doğrultusunda farklı
anlamlar yüklenebilinmesi, tüm insanlık tarihi boyunca bu sırları saklayarak
günümüze kadar ulaştıran kardeşlik örgütlerinin varolmasını mümkün kılmıştır.
Bu sırlar
nelerdir? Günümüz uygarlığının oluşumunda büyük etkisi olan ve çağımızın laik
bir akıl çağı olmasını sağlayan bu doktrinin içeriği nedir?
Ezoterik-Batıni
doktrinler, felsefi alanda Panteizm olarak ifade edilir. Tek Tanrılı dinlerde
yaradan-yaradılan ikilemi varken Panteizm’de bu ikilem yoktur. Varolan herşey
Tanrıdan zuhur etmiştir ve onunla özdeştir.
Evren ve Tanrı
birdir. Tanrı yaradan değil, varolandır-ve evrenin toplamıdır. Onsuz ve sonsuz
olan Tanrı, Makrokozmos’da da, Mikrokozmos’da da bulunur. Tanrısal Nurun bir
cüzü olan ruh hiçbir zaman ölmez ve yegane amacı ayrıldığı ana kaynağa, yani
Tanrıya dönmektir. Bunun da tek yolu, evrensel bir yasa olan evrim, yani
tekamüldür.
Aslolan ruh ve
ruhun tekamülüdür. Madde onun kullanıp attığı, bir üst düzeye geçme aracı ve
zaman içerisindeki varoluşunun ifadesidir. Tanrısal fışkırmanın neticesinde
başlayan ve ancak ona dönüş ile son bulacak olan yaşamda insan, Tanrısal
varoluşun bilinen en üst düzeydeki ifadesidir. Ruh-can-beden üçlüsünü barındıran
insan Mikrokozmos’dur. Mikrokozmos, baba-ana ve oğul veya, öz-cevher ve hayat’ı
kapsayan Makrokozmos’un, yani Tanrının özdeşidir.
Ruhun
tekamülünü, yani çıktığı ana kaynağa dönmesini sağlayan evrensel yasa, yeniden
doğuş yasasıdır. En alt düzeydeki varoluşun ifadesi olan cansız varlıklardan,
en üst düzeydeki Kamil İnsan’a kadar ruhun uluşmasını sağlayan yeniden doğuş
zinciri ancak ruhun mükemmelliğe ulaşması ve Tanrıya dönmesi ile
kırılabilmektedir.
Evren, Tanrı ile
özdeş olduğu ve Tanrıdan başka hiçbir varoluş bulunmadığı için, iyilik ve
kötülük kavramları da Tanrının ifadeleridir. Ancak, aslolan sevgidir,
iyiliktir. Tanrısal fışkırmanın bilinen en üst düzey ifadesi olan insan, iyi ve
kötünün savaştığı alandır. Aslolan jyilik olduğu, evrenin tümü sevgi üzerine
kurulu bulunduğu için, ancak iyi bir insanın ruhu, Kamil İnsana dönüşebilir ve
Tanrı ile bütünleşebilir. Yaşamı boyunca iyi olmayanlar bulundukları düzeyde
yeniden doğarlar. Kötü davranan insan ise, yeniden doğuş yasası uyarınca,
tekamülün insandan bir Önceki aşaması olan hayvansal varlığa geri döner. Ne tür
bir hayvan olarak doğacağı, bir önceki yaşamındaki tavırlarına bağlıdır.
Tekamül yasası
nedir ve nasıl işler? Tanrısal fışkırmanın, veya bilimsel deyimi ile büyük
patlamanın (Big Bang) neticesinde cansızlar alemi meydana gelmiştir. Evrenin
fizik kuralları içerisinde zaman içinde güneş sistemleri oluşmuş ve en azından
bir gezegende, bizim dünyamızda, yaşamın ortaya çıkması için gerekli koşullar
biraraya gelmiştir. Bu, başka sistemlerde başka yaşam tarzlarının olmadığı
anlamına gelmez. Zaten, Tanrısal püskürmenin yegâne hedefinin sadece
insanoğlunu meydana getirmek olduğunu iddia etmek, sadece insana has benciliğin
bir göstergesi olur. Bilim adamları da bugün, milyonlarca başka gezegende daha,
başka canlıların bulunabileceklerini en azından teorik olarak kabul
etmektedirler. Ancak bugünkü teknolojimiz bu teoriyi doğrulamaya henüz yeterli
değildir. Bu nedenle, ruhun Tanrısal Nura ulaşmasındaki son durağı Kamil İnsan
mıdır, yoksa başka bir yerde daha üstün nitelikli ve Tanrıya daha yakın başka
varlıklar bulunmakta mıdır, bilemiyoruz. Zaten, böyle varlıklar var ise, Kamil
İnsanın bunlardan biri halinde yeniden doğması doğaldır. Artık bundan sonrası
da, o varlığı ilgilendiren bir meseledir. Bu nedenle kitabımız, Kamil İnsana
kadarki tekamül ile sınırlı kalmak zorundadır.
Yapılan bilimsel
araştırmalar, cansız varlıklar olarak kabul edilen kimyasal elemanların, uygun
ortam bulduklarında hayatın yapı taşları olan “rna” ve “dna” moleküllerine
dönüştüklerini göstermiştir. Bu moleküller tek hücreli ilk canlıları, bu canlılar
da, zaman içerisinde, daha karmaşık yapılı diğer canlıları meydana getirmiştir.
İlk kez Drawin ile bilimsel bir izaha kavuşan bu tekamül yasasının son
aşamaları, memeli hayvanlar, maymun türleri ve son olarak da insandır.
Peki, Tanrının
bu tekamül yasasını harekete geçirmekteki amacı nedir? Bu soruya tek Tanrılı
dinler ile, Ezoterik doktrinler farklı cevaplar vermektedir. Tek Tanrılı
dinler, herşeyi bilen ve tek yaratıcı olan Tanrının, kendisine tapınılması
ihtiyacı içinde olduğu için evreni yarattığını iddia etmektedirler. Ancak,
hiçbir şeye muhtaç olmayan Tanrının niçin tapınılma ihtiyacı duyduğuna ve böyle
bir ihtiyaç içinde olsa dahi, niçin sadece kendisine tapacak kulları değil de, tüm
evreni yaratmış olduğuna mantıklı bir cevap getirememektedirler.
Ezoterik
doktrinler ise, Tanrının tek amacının kendisini daha iyi tanımak olduğunu öne
sürmektedir. Tanrı, kendi bünyesindeki sonsuz varlıkların varoluş ve yaşayış
deneyimleri ile kendi niteliklerinin bilincine daha çok varmakta ve daha yüksek
bir bilince ulaşmaktadır. Tanrının kendini tanıma süreci içindeki birincil
kaynağı, engin tecrübesi ve düşünce kapasitesi ile, insanın en üst düzeydeki
temsilcisi olan Kâmil İnsandır. Bu aşamada şunu da belirtmekte fayda vardır;
Tanrısal bir sudur olan insan, dolayısıyla Tanırının bir ifadesidir. Bu
nedenle, insan Tanrıdır ya da “ben Tanrıyım” demek doğrudur. Ancak, Tanrı insan
değildir. Tanrı, tüm varlıkların, evrenin tümü olduğu için, insan Tanrıdır demek
ne denli doğru ise, Tanrı insandır demek de o denli yanlıştır.
Ezoterik
doktrinlere göre, Tanrısal bilincin artmasının en öncelikli aracı Kamil İnsan
olduğu için, yegane hedef Kamil İnsanlar yetiştirmek olmalıdır. Kamil İnsanları
yetiştirmek ise, ancak üst düzeyde bir öğretiyi algılayabilecek, seçilmiş
insanların eğitilmesi ile mümkündür. İşte bu Kamil İnsanları yetiştirmek için
binlerce yıldan bu yana çeşitli örgütler kurulmuş ve bir sırlar sistemi
oluşturulmuştur.
Bu öğretinin
kullandığı dil “semboller dili” olagelmiş ve bu sembollerin, simgesel
anlatımlarının imkanlarından yararlanılmış, hemen her kavimde, her millette,
binlerce sene korunarak, uygarlıktan uygarlığa aktarılması mümkün olmuştur.
Sembollerin dili
ile öğretisini inisiyelerine *kuşaktan kuşağa aktaran, hakkında bilgi
bulabildiğimiz ilk Kardeşlik örgütü “Naacal Kardeşliği”dir. Bu örgüt,
insanlığın ilk bilinen büyük uygarlığının beşiği olan ve günümüzden 12.000 yıl
önce sulara gömülen Pasifikteki “Mu” kıtasında kurulmuş bulunan yönetici rahipler
örgütüdür. (1)
Kaynakça
1 – Churchward
James, The Children of MU (MU’nun Çocukları), Londra 1931.
*- İnisiye: Sırlar öğretisine bir tören ile kabul edilen kişi.
*- İnisiye: Sırlar öğretisine bir tören ile kabul edilen kişi.
II. BÖLÜM
MU UYGARLIĞI VE
NAACALLER
Batık Mu kıtası
ve Mu uygarlığı hakkındaki bilgilerin çok büyük bir bölümü, 19. yüzyılda
yaşamış olan İngiliz araştırmacı James Churchward’ın incelemeleri neticesinde
gün yüzüne çıkmıştır. İngiliz silahlı kuvvetlerinde albay olan Churchward,
1880’li yıllarda Hindistan ve Tibet’te görevle bulunduğu sıralarda bu kıta
hakındaki ilk bilgilen edinmiş, emekliliğinden sonra da Orta Amerika’da
araştırmalarını tamamlayarak bu batık uygarlık hakkında beş eser yazmıştır.
Churcward’ın
kaynakları, Batı Tibet’te bir mabette, bu mabedin başrahibi tarafından
kendisine verilen “Naacal Tabletleri” ile, Amerikalı Jeolog William Niven’in
1921-23 yılları arasında Meksika’da ortaya çıkardığı tabletler olmuştur. (1)
Bilim dünyası,
gerek Churchward’ın ortaya çıkardığı Mu uygarlığının, gerekse bir diğer batık
kıta olan Atlantis’in varlıklarını kuşkuyla karşılamaktadır. Ancak yine bilim
dünyası, bu iki kıtanın battığı öne sürülen tarih olan 12 bin yıl önce dünyada
büyük bir jeolojik olayın yaşandığını onaylamaktadır. Kaldı ki, dünyanın hemen
her yerindeki kavim ve milletlerin tufan efsaneleri de, büyük bir felaketin
yaşandığını doğrulamaktadır ve bilim dünyası ister kabul etsin, ister etmesin,
Mısır, Maya kalıntıları, Paskalya adası uygarlığı gibi bugün nasıl ortaya
çıktıkları izah edilemeyen birçok eser bu batık kıta uygarlıklarının varlığı
ile mantıklı izahlara kavuşabilmektedir.
Evrim kuramları
ve genel bulgulara göre, günümüzden 200 ile 500 bin yıl önce iki ayağı üzerinde
dik olarak durabilen “Homo Erectus” yerini, düşünebilen insan “Homo Sapiens”e
bırakmıştır. Homo Sapiens’in ortaya çıkış tarihini 200 bin yıl önce olarak
kabul etsek dahi, o günden bu güne kadar insanoğlunun sadece günümüz
uygarlığını yaratmış olduğunu düşünmek, insanlık adına büyük bir bencilliktir.
200 bin yıl önce dünyaya gelen ve uzmanlarca beyin ağırlığı ve düşünme
kapasitesi günümüz insanı ile aynı olarak kabul edilen Homo Sapiens, ne
olmuştur da, 194 bin yıl bekledikten sonra, günümüzden 6 bin yıl önce birden
bire dev adımlar atmaya karar vermiştir? Nitekim, günümüz bilim çevreleri,
tekerleğin ve yazının ancak M.Ö. 4 binlerde bulunduğunu öne sürmektedir.
Ancak, dünyanın
geçirdiği tufan felaketi nedeniyle çok az belge ve bulgunun kalmış olmasına
rağmen, bu belge ve bulgular, insanoğlunun dünya üzerindeki uzun geçmişinde,
günümüz uygarlığının dışında en az bir büyük uygarlık daha yaratmış olduğunu ve
hatta bugünkü uygarlığın temellerinin de bu eski uygarlıkta atıldığını ortaya
koymaktadır.
James Churchward
1883’de, Batı Tibet’te bir manastırda bu belgelerin en önemlilerini gün yüzüne
çıkarttı. Tibet’te görevli olarak bulunan Churchward, eski dinlerin kökenleri
hakkındaki araştırmaları doğrultusunda Tibet’teki manastırları dolaşırken, yolu
Batı Tibet’te bir manastıra düştü. Bu manastırın, “Büyük Rahipler
Kardeşliğinin” önde gelen üyelerinden olan baş rahibi Rishi, Churchward’a,
günümüzden 15 bin yıl önce yazılmış “Naacal Tabletleri”ni gösterdi.(2)
Rishi’nin
Churchward’a, binlerce yıldır sır olarak saklanan tabletleri niçin gösterdiği
bilinmiyor. Ancak, kendisi de bir inisiye olan Rishi’nin, başka kanallardan da
olsa Ezoterik doktrini bünyesinde yaşatan bir diğer kardeşlik örgütüne,
Masonluğa üye olan Churchward’ı kendisine yakın bulduğu ve bazı sırların batı
dünyasına açıklanması zamanının geldiğine inandığı tahmin ediliyor.
Rishi, bu
düşüncelerle Churchward’a iki yıl boyunca üstadlık yaptı ve sadece büyük
rahiplerin bildiği, Naacal Tabletlerinin yazıldığı ölü dili kendisine
öğretti.(3)
Naacal dilini
öğrenen ve tabletleri inceleyen Churchward, bu tabletlerin ışığı doğrultusunda
batık kıta Mu ve uygarlığının izlerine rastlamak umuduyla 50 yıl süren
araştırma gezilerine başladı.
Pasifik
okyanusundaki hemen bütün adalarda, Sibirya ve Orta Asya’da, Avusturalya’da,
Mısır’da incelemeler yapan Churchward’a yeni nur kaynağı Meksika’da parladı.
Amerikalı Jeolog William Niven, 1921-23 yılları arasında Meksika’da yaptığı
kazılarda, 11.500-12.000 yıl önce yazıldıkları saptanan 2600 dolayında tablet buldu
(4). Bu tabletlerdeki yazılar ne Niven tarafından, ne de tabletler üzerinde
uzun bir inceleme yapan Carnegie Enstitüsü uzmanlarından Dr. Morley tarafından
okunamadı. Tabletlerin varlığını duyan Churchward Meksika’ya gitti ve Tibet’te
öğrenmiş olduğu Naacal diliyle yazılı olduklarını ispatladığı Meksika
tabletlerini çözmeyi başardı. Tibet tabletlerinde eksik kalan bilgilerini
Meksika tabletleri ile tamamlayan Churchward, batık uygarlık Mu hakkında büyük
yankılar getiren eserlerini yazdı (5).
Churchward ve
Niven’in bulguları, Mu kıtasının bugünkü Pasifik okyanusunun oldukça büyük bir
bölümünü kapladığını, Hawaii, Haiti, Fiji, Paskalya adaları ile diğer Polonezya
adalarının bu batık kıtadan artakalan parçalar olduklarını ortaya koydu.
Danimarkalı araştırmacı ve yazar Eric Von Daniken de, birbirlerinden binlerce
kilometre uzakta olan bu adalar kültürlerinin şaşılacak derecede benzediğine
işaret ediyor. (6)
Churchward’a
göre Mu kıtası, doğudan batıya 8 bin kilometre, kuzeyden güneye de 5 bin
kilometre uzunluğunda dev bir ada kıtaydı. Naacal tabletleri bu kıtanın,
uygarlığın beşiği olduğunu öne sürmektedir. Yaklaşık 70.000 yıllık bir uygarlık
geçmişine sahip olan Mu, zaman içerisinde tüm dünyada birçok koloniler ve büyük
imparatorluklar oluşturmuştur (7).
Mu uygalığının
kolonileştirdiği ve daha sonra bağımsızlaşarak birer imparatorluğa dönüşen en
önemli iki devlet, Atlantis ve Uygur İmparatorluklarıdır (8). Ayrıca, bugün
Antik Mısır, Çin, Hint ve Maya uygarlıkları diye bilinen uygarlıkların
kökeninde de Mu uygarlığı yatmaktadır.
Mu uygarlığının
ne zaman başladığı bilinmiyor. Naacal Tabletleri ve Meksika’da bulunanlar bu
konuda aydınlatıcı olamadı. Ancak tabletler, Mu’nun kolonileşme ve uygarlığının
temelini oluşturan dinini yayma aşamasına 70 bin yıl önce geçtiğini
gösteriyorlar.
15 bin yaşında
oldukları belirlenen Naacal Tabletleri evrenin başlangıcı ve ortaya çıkışı
konusunda ayrıntılı öngörüler kapsamakta. Bu tabletlere göre, evrenin
başlangıcında sadece ruh vardı. Daha sonra bu ruhtan, bir kaosun hakim olduğu uzay
var oldu. Zamanla kaos yerini giderek düzene bırakmaya başladı ve uzaydaki
şekilsiz ve dağınık gazlar biraraya geldi. Bu gazlar güneş sistemlerini ve
gezegenleri oluşturmak için katılaştı. Katılaşma sırasında önce hava, sonra su
oluştu. Sular dünyayı kapladı. Güneş ışıkları havayı ve suyu ısıttı. Bu ışıklar
ve toprak altındaki ateş, üzerinde su bulunan toprakları yükseltti ve bunlar
açık toprak oldu. Güneş ışıkları suyun içinde ve balçıkta kozmik hayat
yumurtalarını (Rna-Dna) oluşturdu. İlk hayat sudan çıktı ve tüm yeryüzüne
yayıldı.
Günümüzde
geçerli evren ve yaşamın oluşumu teorilerine bu denli benzerlik tesadüf olamaz.
Zaten, en az 70 bin yaşında olan bir uygarlıktan daha farklı bilgiler ummak da
saçmalık olur. Mu uygarlığının ulaştığı seviyeyi gösterme açısından bir başka
kaynaktan yararlanalım. Günümüzden 3 bin yıl önce yazılmış Mahabharata’da, uzak
geçmişte insanoğlunun kullandığı bir silah tarif ediliyor: “Dumansız bir ateşin
ışıltısına sahip olan ve alevler saçan bir mermi atıldı. Birden heryer karanlığa
gömüldü. Daha sonra, gözleri kör eden bir ışık ve kulakları sağır eden bir
gürültü çıktı. Ardından meydana gelen büyük ısıda sular buharlaştı. Filler,
atlar, insanlar bir anda kavruldu. Ağaçlar tamamen yandı. Heryer yeniden
aydınlandığında koca ordudan geriye sadece bir avuç kül kalmıştı”…
Bu efsane,
atalarımızın ulaştığı uygarlık düzeyinin yanısıra, onların dünyasının da bugün
olduğu gibi, barıştan yana pek nasibini almadığını gösteriyor.
Mahabharata
efsanesi ve Sodom ve Gomora’nın yokoluşu gibi diğer bazı efsaneler, Atlantis ve
Mu kıtalarının batışı teorilerinden birisini destekler niteliktedir. Ancak bu
konuya daha sonra değinileceği için şimdi, Mu uygarlığının yönetiliş biçimine
ve bunun aracı olan ilk tek Tanrılı dine, “Mu Dini”ne göz atalım.
Mu uygarlığı bir
imparatorluktu ve imparatorların unvanı, güneşin oğlu da denilen “Ra Mu” idi.
Mu imparatorluğunun bir diğer adı da “Güneş İmparatorluğu”ydu. Mu dilinde “Ra”
kelimesi, güneş anlamına geliyordu. Mu’nun kolonisi olan Mısır’da da güneş
tanrıya “Ra” adı verilmiştir. Ayrıca, kökleri Mu uygarlığına kadar uzandığı
sanılan Japonya’da da imparatorun unvanı “Güneşin Oğlu” dur. Bunun yansıra eski
Maya ve İnka uygarlıklarında da krallar aynı unvanı kullanmışlardır.
İmparatorun
altında, hem bilim adamı hem de rahip olan “Naacaller” bulunuyordu ve bunlar
yönetici sınıfı teşkil ediyordu. (9) “Kutsal Sırlar Kardeşliğinin üyesi olan
Naacaller’in tüm dünyaya yaymış oldukları “Mu Dini”, belki de insanlığın
tanıdığı ilk tek Tanrılı dindi. Naacaller bu dini, sıradan insanlara, anavatan
ve koloniler halklarına anlatırken, anlaşılması daha kolay olan semboller
dilini kullanmayı tercih ediyorlardı. Bu sembollerin Ezoterik anlamlarını
sadece inisiye edilmiş kardeşler ve imparator Ra-Mu bilmekteydi.
Naacaller’in
sembolleri daha çok geometrik şekilleri kapsıyordu. Naacal öğretisi, evrenin
ortaya çıkışında en önemli görevin Tanrının geometri ve mimarlık vasıflarına
düştüğünü öngörmekteydi. Mu dinine göre Tanrı o kadar kutsal bir varlıktı ki,
doğrudan ağıza alınamazdı. Bir sembol vasıtasıyla ifade edilmezse, sıradan
insanlar tarafından idrak edilemezdi. İşte bu Yüce Varlığın sembolü, Güneş yani
“Ra” idi (10). Tanrının güneş olduğu iddiasındaki tüm saptırılmış iddiaların ve
güneş kültü diye nitelendirilen inanışların kökeninde yatan olgu budur.
Naacal
öğretisinde Güneş doğrudan Tanrı değil, onun birliğinin ve tekliğinin kitleler
tarafından daha iyi anlaşılması için seçilmiş olan bir semboldü. Sembollerin
kullanılmasındaki bir diğer amaç da, belirli ifade tarzlarının kalıplaşmasını
önlemek ve gelişmeler doğrultusunda sembollere yeni anlamlar yükleyerek, dinin
bağnazlıktan ve doğmalardan kurtulmasını sağlamaktı. Ancak, uygarlık çöküp, ana
kaynak yok olunca, zaman içinde “bu sembollerin kendileri putlaştı ve çok
tanrılı dinlerin doğmasına neden oldu.
Semboller
vasıtasıyla tek Tanrıya tapınımı öğreten dinin büyük rahibi, dolayısıyla kutsal
kardeşlik örgütünün de başı, Ra Mu’nun kendisiydi. Ancak imparatorun hiçbir
Tanrısal kişiliği yoktu ve sadece konumu nedeniyle, sembolik olarak “Güneşin
Oğlu” unvanını taşıyordu.
Naacal
kardeşlerinin, öğretilerini yaydıkları ve yeni üyeleri inisiye ettikleri
mabetler, kıtanın her yerine ve kolonilere dağılmış vaziyetteydi. Dev blok
taşlardan yapılan bu mabetlerin damları yoktu ve bunlara “şeffaf mabetler”
deniliyordu. Güneş ışıklarının inisiyeler üzerine doğrudan ulaşması için
mabetlere dam yapılmıyordu. Bu da bir tür semboldü ve Ezoterik anlamı, Tanrı
ile insan arasında hiçbir engel olamayacağı şeklindeydi. Günümüz Masonluğunda
da aynı sembol kullanılmakta ve Mason mabetlerinin tavanları, sanki üstü
acıkmış gibi, gökyüzünü sembolize eder biçimde düzenlenmektedir.
Mu dini
sembollerinin en önde geleni, “Mu Kozmik Diyagramı “dır (11).
Bu diyagramda,
tam merkezde bulunan daire Güneşin, “Ra”nın, yani tek Tanrının kollektif
simgesidir. Üçgen içindeki daire, tanrının gözünün daima insanların üzerinde
olduğunun, içice geçmiş iki üçgen, iyiliğin ve kötülüğün birarada bulunduğunun
simgesidir. Bu üçgenlerden yukarı dönük olanı iyiye, yani Tanrıya ulaşmayı, aşağı
bakanı ise yeniden doğuş yasası uyarınca geriye dönüşü remzeder. Her ikisinin
birarada oluşturduğu altı köşeli yıldız, adaletin sembolüdür. Ayrıca bu
yıldızın herbir ucu bir fazileti remzeder ve insan ancak bu faziletlere sahip
olunca Tanrıya ulaşabilecektir. Altı köşeli yıldızın dışındaki çember, dünyadan
başka alemlerin de bulunduğunu, bunun dışındaki 12 fisto ise, insanın uzak
durması gereken 12 kötü eğilimi simgeler. İnsan ruhu, diğer alemlere geçmeden
önce, bu 12 dünyasal kötü eğilimden kurtulmak zorundadır.
Aşağı doğru inen
sekiz şeritli yol ise, ruhun Tanrıya ulaşması için tırmanması gereken
aşamaların ifadesidir. Ruh, en alt kademeden, cansız varlıktan mükemmele, yani
Kamil İnsan’a ulaşmak zorundadır.
Naacal
mabetlerinde ay, bir sembol olarak güneşin hemen yanında yer alır. Hem baba,
hem ana olan Tanrının eril sembolü güneş ise, dişil sembolü de ay’dır. Kozmik
diyagram üzerinde de görüleceği gibi üçgenin ve üç sayısının Naacal
öğretisindeki yeri büyüktür. Üç sayısına verilen önem Mu kıtasının kendisinden
kaynaklanmaktadır. Mu kıtası üç parçadan oluşmuş, ve aralarında dar boğazların
bulunduğu adalar topluluğudur (12). Bu nedenle üçgen, hem Mu kıtasını, hem de,
Tanrının eril ve dişil yönleri ile onlardan sudur eden İlahi Kelamı, yani
evreni simgeler. Üçgen içindeki göz, ana kaynağın, yani Tanrının, varlığını
insan üzerinde daima hissettirdiğini, bir biçimde onu gözlediğini remzeder. Bu
sembol, Osiris ile önce Atlantis’e buradan Hermes ile Mısır’a, Mısır’dan
Pisagor ile Yunanistan’a ve nihayet günümüzde Masonluğa kadar ulaşmıştır.
Birçok sembol
gibi, Ezoterik Sırlar Öğretisinin üyelerini kabul ettiği inisiasyon
törenlerinin kökeni de, Mu Naacal okulundadır. Değişik örgütlenmeler
vasıtasıyla günümüze kadar ulaşmış bu inisiasyon töreninde aday, uzun bir hazırlık
ve soruşturma döneminden sonra, layık görülmesi halinde kardeşliğe kabul
edilirdi. Naacal kardeşlik örgütüne üyelerin seçilerek alındıkları dışında,
kabul töreni ile ilgili herhangi bir bilgi bulunmamakta. Ancak, Naacal
kardeşliğinin son durağı olarak da kabul edilebilecek Mısır’ın Hermetik
kardeşliğine kabul töreninin Naacaller’in uyguladıkları törenden daha farklı
olduğunu varsaymak için hiçbir neden yok. Bu törenin ayrıntılarına Mısır
uygarlığını incelerken dönüleceği için, şimdi Naacal öğretisinin diğer
kavramlarına geri dönelim. Mu dininin dört temel kavramı vardır:
1- Tanrı tektir.
Herşey ondan varolmuştur ve ona dönecektir.
2- Ruh ile beden birbirinden ayrıdır. Beden ölür ve ayrışırken ruh ölmez.
3- Ruh, mükemmeliğe ulaşmak için değişik bedenlerde yeniden doğar.
4- Mükemmeliğe ulaşan ruh Tanrıya döner ve onunla birleşir. (13)
2- Ruh ile beden birbirinden ayrıdır. Beden ölür ve ayrışırken ruh ölmez.
3- Ruh, mükemmeliğe ulaşmak için değişik bedenlerde yeniden doğar.
4- Mükemmeliğe ulaşan ruh Tanrıya döner ve onunla birleşir. (13)
Naacal
öğretisine göre, Tanrı, sevginin ta kendisidir ve tüm evreni de sevgi üzerine
kurmuştur. Ancak bu evrensel sevgiyi kavrayabilecek vasıfta olan ruhlar ona
geri dönebilecek yeterliliktedir. Bu vasıflara sahip bir insan olabilmek ancak
Naacal kardeşi olmakla ve” kardeşlerin de öğretiyi derece derece sindirmeleri
ile mümkündür. Naacaller, yalnızca üstad rahiplerin bu aşamaya
ulaşabileceklerini kabul ederler.
Naacal öğretisinin
bir diğer temel dayanağı, Tanrısal Nurdan çıkmış olan dört temel gücün kainatı
kaosdan düzene geçirmiş oldukları teorisidir. Tanrının kendi asli nitelikleri
olarak kabul edilen bu dört temel güç, “dört büyük inşaatçı”, “dört büyük
mimar”, “dört büyük geometri üstadı” olarak adlandırılır. Bu dört temel eleman,
ateş, yel, su ve toprak’dır (14).
Semavi dinlerin
doğuşu ile bu dört temel eleman, “dört baş melek” olarak adlandırılmışlardır.
Naacaller bu dört temel gücü gamalı haç ile sembolize etmişlerdir.
Jeolog
Niven’in bulduğu tabletler üzerinde rastlanan bu haçlardan, kollarının dördü de
aynı uzunlukta olanının dört gücün eşitliğini, uçları kıvrık gamalı haçlardan
ağızları sola dönük olanların iyiliği, sağa dönüklerin ise kötülüğü
simgelediklerini görüyoruz. Bu konular üzerinde derin araştırmalar yapmış olan
Hitler’in, imparatorluğuna sembol olarak ucu sağa dönük-gamalı haçı seçmiş
olması bir tesadüf değildir. İsa’nın da öğretisinde kullandığı haç sembolü aynı
kaynaktan, Mu’dan gelmektedir.
Kaynakça
1- Bilim
Araştırma Grubu – “MU, Tarih Öncesi Evrensel Uygarlık” – Bilim Araştırma
Merkezi Yayınları – İstanbul 1978 – Sf. 15.
2- SANTESSON Hans Stephan – “Batık Ülke MU Uygarlığı” – RM Yayınları İstanbul 1989 – Sf. 2
3-Santesson H.S. – İe – Sf. 15
4-Bilim Araş. – İe – Sf. 15
5- Churchward James, “The Sacred Symbols of MU” (MU’nun Kutsal Sembolleri) Londra, 1933.
6- Von Daniken, Erich – “Aussaat und Kosmos” (Kozmos ve Ötesi), Amsterdam, 1978.
7- Santesson H.S. – İe – Sf. 87
8- Santesson H.S. – İe – Sf. 95-99
9-Santesson H.S. – İe – Sf. 19
10- Bilim Araş. – İe – Sf. 52
11-Santesson H.S.-İe-Sf. 70
12-Bilim Araş. – İe – Sf. 12
13-Santesson H.S.-İe-Sf. 125
14- Santesson H.S. – İe – Sf. 142
2- SANTESSON Hans Stephan – “Batık Ülke MU Uygarlığı” – RM Yayınları İstanbul 1989 – Sf. 2
3-Santesson H.S. – İe – Sf. 15
4-Bilim Araş. – İe – Sf. 15
5- Churchward James, “The Sacred Symbols of MU” (MU’nun Kutsal Sembolleri) Londra, 1933.
6- Von Daniken, Erich – “Aussaat und Kosmos” (Kozmos ve Ötesi), Amsterdam, 1978.
7- Santesson H.S. – İe – Sf. 87
8- Santesson H.S. – İe – Sf. 95-99
9-Santesson H.S. – İe – Sf. 19
10- Bilim Araş. – İe – Sf. 52
11-Santesson H.S.-İe-Sf. 70
12-Bilim Araş. – İe – Sf. 12
13-Santesson H.S.-İe-Sf. 125
14- Santesson H.S. – İe – Sf. 142
DERLEMEDİR.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.