1893 yılında yazar Ingersoll Lockwood'un Baron Trump's isimli kitabında anlatılanlar ile Trump ailesi arasında dikkat çeken benzerlikler var.
Cassandra Parra isimli gencin Kongre Kütüphanesinin websitesinde bulduğu bu kitapta yakaladığı detayları twitter hesabı @casa_parra üzerinden paylaşmasıyla sosyal medyada Trump ve ailesinin zamanda yolculuk yapıyor olabileceği gibi birçok söylenti ortaya çıktı.
Kitapta bir kalede yaşayan soyisimleri Trump olan zengin bir ailenin çocuğu Baron Trump anlatılıyor. Bildiğimiz gibi Donald Trump'un oğlunun ismi Barron Trump..
Zengin ve sıkıcı hayattından sıkılan Baron Trump ve köpeği Bulgar maceraya açılıyor ve zamanda yolculuk yapabildiği gizli bir kapı buluyor.
Kitapta Baron Trump'un akıl hocası "Don" bu da Donald isminin kısaltması. Hikayede Baron'un bulduğu kapı ile Rusya'ya seyahat etmesi akıl hocası Don'un önermesiyle oluyor.
Böylece macera Rusya'da geçiyor. Başka bir ilginç detay bu çünkü Melania Trump Rus kökenli..
Başka bir devam kitabı 1896 yılında yazılan "The Last President" yine günümüz ile garip benzerlikler anlatıyor.
Kitapta New York 5. caddede yaşayan çok zengin bir adamın başkanlık için yarışıp kimsenin kazanmasını beklemediği yazıyor.
Trump Tower 5. Cadde'de ve Donald Trump tıpkı kitaptaki gibi adaylığını koyduğunda kimse kazanmasını beklemiyordu.
Kitapta Lafe pence isimli kişinin tarım bakanı olduğu yazıyor ve ABD'nin şu anki Başkan yardımcının ismi Mike Pence..
Başka bir detay Donald Trump'un amcası fizikçi ve mucit olan John George Trump ile ilgili;
1943 yılında Nikola Tesla fiziksel bedenini terk ettikten sonra tüm çalışma ve araştırmaları Amerikan Hükümeti ve FBI tarafından el konulmuştur.
Yaşamı boyunca dahice projeler üreten Tesla'nın çalışmaları anlaşılamayınca mühendis yardımı almak için John G. Trump seçiliyor.
Uzun süren incelemeler sonunda John G. Trump çalışmalardan bir sonuca varamadığını söylüyor ancak söylentilere göre Tesla'nın fikirlerini gizlice kullanıma geçirmiş olabilir.
Nikola Tesla zaman yolculuğu hakkında deneyler yapmış “Geçmişi, bugünü ve geleceği aynı anda görebiliyordum.“ sözünü söylemiştir.
1800 yıllarında yazılan kitaplar ile günümüz arasında garip paralellikler olması Trump Ailesinin zamanda yolculuk yapıyor olabileceği, kitap yazarı Ingersoll Lockwood'un bir kahin olabileceği veya Trump'un çok önceden düşünülen zekice bir plan olduğu iddaalarını ortaya çıkardı.
Belki de sadece 19. Yüzyılda yazıldığı sanılan kitap günümüzde oluşturuldu ve eski bir kitap olduğuna inandırıldı. Böylece Trump ve Amerika'nın gizemli bir güce sahip olduğu konuşulması istendi.
Ancak olmayan bir kitabın iki asır var olduğunun söylenmeside çok basit değil..!
Beyin yakan konu hakkında sorulması gerekenler;
- Trump ailesi gerçekten zamanda yolculuk yapıyor olabilir mi?
- Zamanda yolculuk yapılıp geçmişe müdaheleler olduysa dünyada asıl olması gereken gerçeklikten neler değişti ?
- Kader kavramı zamanda yolculukla geçmişe gidilse bile olacak olayların değiştirilip şekillenmeyeceği anlamına gelir mi?
- Peki ya geçmişe yada geleceğe giderek yapılan müdahaleler ile oluşan zaman akışı aslında kaderin ta kendisiyse.!?
Sevr Antlaşması 152-155 arası maddelere göre; 50 bin kişilik bir askeri birlik dışındaki tüm ordu terhis ediliyordu. 168. maddeye göre tüm askeri okullar kapatılıyordu. “Askere Alma” başlığını taşıyan 165. maddeye göre “zorunlu askerlik” kaldırılıyor ve askerlik süresi 12 aya indiriliyordu
Yeni askerlik kanununa göre bedelli askerlik süreklilik kazanacak; parası olanlar, 30 bin TL vererek askerlik yapmayacak, parası olmayanlar ise sadece 6 ay askerlik yapacak. Bu kanun kabul edildiğinde askerlik yapmakta olanlardan 6 aylık askerliğini tamamlamışolanlar üç ay içinde terhis edilecek. Böylece mevcut ordunun dörtte üçü terhis edilmiş olacak. Bugün dört bir yandan kuşatılmış Türkiye bir anda neredeyse “ordusuz” kalacak. İşte o zaman, ciddi bir “beka” sorunumuz olacak!
Peki, neler oluyor?
Türkiye'nin “ordusuzlaştırılması” ne anlama geliyor?
Cevap, “seçmeli ders” yapılan tarihte gizli!
İngiliz Lord Curzon
YENİ ASKERLİK KANUNUYLA ESKİYE DÖNÜŞ
Başkanlık sistemiyle (anayasa+meclis+saray düzeniyle) fiilen cumhuriyetten meşrutiyete dönen Türkiye, bu yeni askerlik kanunuyla meşrutiyetin de gerisine, Tanzimat'a dönüyor. Anlayacağınız, nerede biteceği belli olmayan geri dönüş tüm hızıyla sürüyor.
Şöyle ki, Osmanlı'da 1846'da “Bedel-i Şahsi” uygulamasına geçildi. Buna göre “kura” çıkıp 5 yıllık zorunlu askerlik yapmak istemeyenler bedel parası ödeyerek kendilerinin yerine bir başkasını askere gönderebilecekti. 1865'te “Bedel-i Şahsi” kaldırılıp “Bedel-i Nakdi”ye geçildi. Böylece zorunlu askerlik yapmak istemeyen Osmanlı zenginleri “bedel akçesi” ödeyerek askerlikten kurtuldu. Osmanlı'da askerlik, fakir Anadolu delikanlılarının, Türk çocuklarının işi haline geldi.
İkinci Meşrutiyet'ten sonra 1909'da çıkarılan askere alma kanunuyla askerlikten muaf olan İstanbul halkının ve Müslüman olmayanların da askerlik yapması zorunlu hale getirildi. Mart 1914'te çıkarılan askerlik kanununa göre ise 18 yaşını dolduran her erkek askerlik yapacaktı.
Cumhuriyet döneminde, 1927'de 1111 Sayılı Askerlik Kanunu çıkarıldı. Bu kanuna göre askerlik “bir vatan görevi” kabul edildi. Bu kanun, sadece -askerlik süreleri değiştirilerek- bugüne kadar geldi. Bu yeni askerlik kanunu ise sadece askerlik süresini değil, cumhuriyetin askerlik sistemini tamamen değiştiriyor.
Bu yeni askerlik kanunu bir geriye dönüştür. Öyle ki, Osmanlı'nın 1846 Askerlik Kanunnamesi'ne göre padişahın özel ferman çıkararak “askerlikten muaftır” dediği kişiler askerlik yapmıyordu. Yeni askerlik kanununun 45. maddesinde de aynen şöyle denilmektedir: “Cumhurbaşkanınca gerekli görülen sahalarda özel olarak görevlendirilen gönüllüler, Cumhurbaşkanınca belirlenen şartlara uydukları takdirde askerlik hizmetinden muaf tutulur.”
Yani, 1846'da “padişaha” verilen yetkinin bir benzeri, 173 yıl sonra, 2019'da “cumhurbaşkanına” veriliyor.
ÖNCE ORDUYU BİTİRMEK İSTEDİLER
1. Dünya Savaşı'nda yenilen Osmanlı'ya 30 Ekim 1918'de imzalatılan Mondros Ateşkes Antlaşması aslında orduyu bitirme planıydı. Antlaşmaya göre Osmanlı ordusu dağıtılacaktı. Düzeni sağlamak için sınırlı sayıdaki geçici birlikler dışındaki tüm ordu silahlarıyla birlikte İtilaf devletlerine teslim olacaktı.
Padişah Vahdettin, Mondros'tan hemen sonra, 5 Kasım 1918'de, “İngilizleri memnun etme politikası gereği” ordunun onda dokuzunun terhis edilerek erlerin memleketlerine gönderilmesine ilişkin kararnameyi, hiç itiraz etmeden, imzaladı. (Tarih Vesikaları Dergisi, 3387, Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, S.29, Belge, 745.)
Mondros'tan sonra İngilizler büyük bir hızla Türk ordularını dağıtıp, ordu komutanlarını tutuklayıp silah ve cephaneye el koymaya başladılar.
O günlerde Konya'da Kolordu Komutanı Fahrettin Altay Paşa anılarında şöyle diyor: “Konya'ya bir İngiliz subayı gelip demiryolunun denetimini eline aldı, bütün cephane ve silah depolarının kapısına kilit taktırdı. Silahların mekanizmalarını toplayıp bir sandığın içine doldurttu. Ve üzerine işgalin mührünü bastı.”
YERLİ İŞBİRLİKÇİLERİN ORDU DÜŞMANLIĞI
Padişah Vahdettin'in vazgeçemediği Sadrazam Damat Ferit, İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiser Vekili Amiral Webb'e, aralarında Ahmet İzzet, Mustafa Kemal, Kazım Karabekir ve Ali Fuat paşaların da bulunduğu gizli bir liste vererek “siyasi düşmanlarım” diye nitelediği bu kişilerin tutuklanarak Malta'ya sürgün edilmelerini istedi.
İngilizler, Medine Müdafii Fahrettin Paşa'yı, Irak Cephesi komutanlarından Ali İhsan Paşa'yı ve Kafkas Cephesi komutanlarından Yakup Şevki Paşa'yı tutuklayıp Malta'ya sürdü. Kafkasya'da başarılı işler yapan Nuri Paşa'yı, Albay Mürsel Bey'i ve Albay Rıfat Bey'i hapsettiler. Kut Zaferi'nin kahraman komutanı Halil Paşa'yı da tutukladılar.
“Madde 168, Osmanlı askeri kuvvetleri gelecekte yalnız gönüllü askerlerden oluşacaktır.”
Osmanlı Genelkurmayı'nda “İtilaf devletlerine güçlük çıkaracak” ne kadar gözü pek general varsa hepsi görevden alınıp tutuklandı.
Damat Ferit, “Kuvayı Milliye'nin hakkından ben gelirim” diyen emekli Süleyman Şefik Paşa'yı Harbiye Nazırı yaptı. 14 Ağustos 1919'da Harbiye Nazırı olan Süleyman Şefik Paşa, Vahdettin'in, Kuvayı Milliye'yi ezmek için kurduğu Kuvayı İnzibatiye'nin başına geçmekle kalmadı, Türk ordusunun kalburüstü birçok komutanını da görevden aldı.
Vahdettin'in Şeyhülislamı Mustafa Sabri, ordunun tasfiye edildiği o günlerde, üstelik İzmir'in işgalinden 15 gün sonra, “Ordunun görevi oruç tutmaktır!” diye bir açıklama yaptı. Şeyhülislamın bu açıklamasından üç ay sonra, 27 Ağustos 1919'da Alemdar Gazetesi'nde çıkan bir yazıda, “Ordunun beş vakit namazda padişaha duadan gayrı bir şey bilmemesi lazımdır!” deniliyordu. İstanbul Müftüsü Dürrizade de 11 Nisan 1920'de yayınladığı fetvada, “Millici paşaların öldürülmelerinin dinen caiz olduğunu” bildiriyordu.
Yerli işbirlikçilerin ordu düşmanlığı İngilizleri aratmıyordu.
Ordusuz Türkiye projesi: SEVR
Saray hükümetinin görevlendirdiği Osmanlı heyeti, 10 Ağustos 1920'de Paris'te Sevr'i imzaladı. Atatürk'ün önderliğinde Milli Mücadele kazanıldı. Emperyalist paylaşım planı Sevr, tarihin çöplüğüne atıldı. Lozan imzalandı. Ancak emperyalizmin Sevr hayali hiç bitmedi.
433 maddelik “idam fermanı” Sevr, Anadolu'nun ortasına sıkıştırılmış ve iyice küçültülmüş Türkiye'nin aynı zamanda “ordusuz bir Türkiye” olmasını amaçlıyordu.
Sevr Antlaşması'nda, Türk ordusunun asker, subay, silah sayısı, hatta subay başına ve tabanca başına kurşun sayısı bile tek tek belirlenmişti.
İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Sevr Antlaşması öncesinde, 20 Mart 1920'de “Türklere askerliği yasaklayacaklarını” söylüyordu: “Türkler için askerlik mesleği tümüyle kapanmıştır. Kuşkusuz, Türkler askerlik yapmak isterlerse, başka bir yere gidebilirler. Fransız lejyonu onları kabul edecektir. Ancak, İngiltere buna bile karşıdır. Çünkü Türkler öteki düşmanlarımızdan farklıdır, başka bir yerde bile askerlik yapmaları iyi değildir. Türkiye'ye dönüp yeni bir askeri dönem başlatabilirler.” (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C.1, İstanbul, 1998, s. 106.)
Gerçekten de Sevr'in 152'den 208'e kadar, tam 56 maddesi “Ordusuz Türkiye” projesine yönelikti.
Sevr'in 152-155arası maddeleri, Türk ordusunu dağıtırken, silahlı güç olarak, yalnızca üç küçük yapı bırakıyordu. Bunlar: 1. Padişahın güvenliğini sağlayacak 700 kişilik özel koruma birliği (hassa alayı), 2. İçeride düzen ve güvenliği sağlayacak 35 bin kişilik jandarma birlikleri, 3. Jandarma birliklerini destekleyecek 15 bin kişiyi aşmayacak özel birlikler. Toplam 50 bin kişi civarındaki bu askeri birlik dışında kalan tüm ordu 6 ay içinde terhis edilecekti.
Sevr'in 168. maddesi; tüm askeri okulları kapatıyordu. Sadece izin verilen birlikler için 1 subay okulu ve her yersel bölgede 1'er küçük astsubay okulunun açılmasına izin veriyordu.
Sevr'in “Askere Alma” başlığını taşıyan 165. maddesi zorunlu askerliği kaldırıyor, barış döneminde 36 ay olan askerlik süresini 12 aya indiriyordu.
Sevr, Türkiye'nin kara, deniz ve hava gücünü tamamen yok ediyor, hava sahasını yabancılara açıyordu: 184. madde, “Türkiye'de yapılmakta olan -denizaltılar da dâhil- bütün gemiler yok edilecektir” diyor; 188. madde, Deniz Kuvvetleri'ne alınacak subay ve erlerin sayı ve niteliğine, Müttefiklerarası Deniz Kuvvetleri Denetleme Komisyonu'nun karar vereceğini söylüyor; 191.madde, “Türkiye'nin askeri kuvvetlerinde hiçbir kara, deniz, hava kuvveti bulunmayacaktır” diyor; 192. madde “işbu antlaşma yürürlüğe girişinden başlayarak iki ay içinde Türk kara ve deniz kuvvetlerinde kadrolu olan bütün havacı personel terhis edilecektir” diyor; 193. madde,“Müttefik devletlerin uçakları, Türkiye'nin tümünde; havadan transit geçiş ve iniş özgürlüğüne sahip olacaktır” diyordu.
Sevr'in 207. maddesi Türkiye'nin herhangi bir yabancı ülkeden askeri destek veya askeri eğitim almasını yasaklıyordu. Ayrıca Müttefik Devletlerin de kendi ordularına hiçbir Osmanlı uyruğunu almayacakları belirtiliyordu. Böylece Lord Curzon'un istediği gibi Türklere askerlik yasaklanmak isteniyordu.
Atatürk'ün önderliğinde Milli Mücadele kazanılıp Lozan imzalanmasaydı, işte Sevr'in bu maddeleriyle “Ordusuz Türkiye” projesi hayata geçirilecekti.
SEVR'E UYGUN ADIMLAR
Benim gördüğüm şu: Önce NATO, sonra FETÖ eliyle TSK zayıflatıldı. Son 15 yılda Sevr'in askeri maddeleri tek tek hayata geçirildi, geçiriliyor.
Önce 2007'den itibaren TSK'ya yönelik Ergenekon, Balyoz ve Askeri Casusluk gibi FETÖ kumpasları başladı. TSK sanık, PKK tanık yapıldı. Bu süreçte ordunun “Kozmik Oda”sına bile girildi. Özellikle “MİLGEM” gibi projelerle güçlenen Deniz Kuvvetleri bitirilmek istendi?
15 Temmuz sonrası OHAL kararlarıyla Jandarma, İçişleri Bakanlığı'na, kuvvet komutanlıkları Milli Savunma Bakanlığı'na bağlandı. Sivillerin Jandarma Genel Komutanı olabilmesine olanak sağlandı. Genelkurmay Başkanı, sivil dönemlerde ordu komutanıolmaktan çıkarıldı. Böylece Sevr'in152. maddesinde istenildiği gibi ordunun adeta bir polis gücüne dönüştürülme yolu açıldı.
“Madde 168, Türkiye'de ancak izin verilen birlikler için subay ve astsubay yetiştirmek amacıyla kesinlikle zorunlu bulunan aşağıdaki okullar kalacaktır. Subay okulu… Her yersel bölge için birer küçük astsubay okulu.”
15 Temmuz sonrasında OHAL kararlarıyla 1800'lerde kurulan askeri liseler, Kara Harp Okulu, Deniz Harp Okulu ve Harp Akademisi kapatıldı. Böylece Sevr'in 168. maddesinde istenildiği şekilde askeri okullar kapatılmış oldu. Sevr'in 168. maddesinde askeri okullar kapatıldıktan sonra 1 subay ve her yersel bölgede 1'er astsubay okulu açılması istenmişti. Bilindiği gibi! 15 Temmuz sonrasında Milli Savunma Üniversitesi açıldı.
Son olarak da yeni askerlik kanunuyla Atatürk'ün 1111 Sayılı Askerlik Kanunu değiştirilerek askerlik, parası olan için bedelli, parası olmayan için 6 aya indirildi. Böylece Sevr'in “Askere Alma” başlığını taşıyan 165. maddesinin istediği biçimde “zorunlu askerliğin kaldırılması” yolunda önemli bir adım atıldı.
Şimdi soruyorum; Türkiye, üstelik dört bir yandan kuşatılmışken, neden anayasadaki ifadesiyle “hak ve ödev” olan askerlik “hak ve ödev” olmaktan çıkarılmak isteniyor? Neden ordunun büyük bir bölümü terhis ediliyor? Askeri okullar niye kapatıldı?
İktidar, son yıllarda yapılan askeri düzenlemelerle Sevr'e uygun adımlar atıldığını görmüyor mu?