3 Ocak 2019 Perşembe

Hilary Putnam ''Kavanozdaki beyin''



Solipsizme (tekbencilik) karşı bir argüman geliştirmeye çalışan Amerikalı filozof Hilary Putnam “kavanozdaki beyin” olarak isimlendirdiği bir düşünce deneyi yapar.


 Putnam, kendimizin kötü niyetli bilim adamları tarafından ameliyat edildiğini ve bu ameliyatta beynimizin alınarak beynin fonksiyonlarını yerine getirebileceği hayati sıvıların olduğu bir kavanoza konulduğunu hayal etmemizi ister. Sonrasında beyninizin sinir uçları süper bir bilgisayara bağlanıyor. Bu bilgisayar yanılsama olan her şeyi mükemmel şekilde sanki gerçekmiş gibi algılamanızı sağlıyor. Yani normal hayatınızda deneyimleyebileceğiniz nesneleri, varlıkları gerçekten deneyimlediğinizi hissettirecek bir bilgisayara bağlısınız.  Her şey normal görünüyor. Siz ayağınızı hareket ettirdiğinizde bilgisayar sinir uçlarına gerekli sinyalleri göndererek gerçekten de ayağınızı kaldırdığınızı görmenizi ve hissetmenizi sağlıyor. Ne var ki, gördüğünüz, duyduğunuz, tattığınız, hissettiğiniz her şey bilgisayardan beyninizin sinir uçlarına giden elektronik sinyallerden ibaret… 

Konu size tanıdık gelmiş olabilir. Hatırlamanıza yardımcı olmak isterim. Evet, 1999 tarihliMatrix filmi. Filmde Morpheus: - Gerçeği nasıl tanımlarsın, Neo? şeklinde sorduğu soruyu gene  kendisi – “Eğer hissedebildiklerinden, dokunabildiklerinden ve görebildiklerinden bahsediyorsan, onlar sadece beynin tarafından yorumlanan elektronik sinyallerdir” şeklinde yanıtlıyordu. Böylece Neo, 1999’un Amerika’sında kötü niyetli bir siber zeka tarafından yaratılmış simülasyonda kendisinin ve diğer insanların dev bir süper bilgisayara bağlı içi besin dolu sıvı kapsüllerde yaşadığını öğreniyordu. “Kavanozdaki Beyin” fikrinin filmlere kadar girmesi ona atfedilen önemi göstermesi bakımından önemliydi. Şimdi tekrar fikre dönelim. 


Putham, düşünce deneyi sonunda bize şu soruyu sorar: “Bizim kavanozun içindeki beyin olmadığımızı nasıl bilebiliriz ?”


 Kavanozdaki yüzen bir beyin olduğumuza hiçbirimiz inanmıyoruz, değil mi? Ama sorun şu: Eğer kavanozdaki beyin de olsaydık da söyleyeceklerimiz tıpatıp aynısı olacaktı!!! Bu yüzden şu gerçeği kabul etmek zorundayız: Hiçbir şekilde kavanozdaki beyin olmadığımızı kanıtlayamayız.  Ve eğer kavanozdaki beyinsek vay halimize… Çünkü dünya hakkında bildiğimizi sandığımız her şey yanlış olacaktır.


 Hilary Putnam şöyle diyor: “Bilgisayar o kadar zeki ki, kurban (şu anki biz) kendisini oturmuş da, insanların beyinlerini vücutlarından çıkartıp besin maddeleriyle dolu bir kavanoza koyan kötü kalpli bir bilim insanının olabileceğine dair eğlenceli ama saçma varsayımdan bahseden bir yazı okuyormuş sanabilir.” …




 Aslında bu düşünce deneyi bize şüphe etmeyi öğretiyor. Şüphe dediğimiz kavram bize sunulanla yetinmemeyi, var olan ya da sunulan şeylerin sandığımızdan daha başka türlü olabileceklerini düşünmemize ortam hazırlar. Buradaki şüphe felsefi şüphedir. Bildiğimizi sandığımız şeyleri nasıl savunacağız? Herhangi bir konuda bilgi sahibi olma iddiamızın haklılığını kanıtlamak için hangi dayanaklara yaslanacağız? Burada ortaya çıkan en önemli düşünür belki de Descartes’tir. Onun Metadolojik Şüpheciliği bize önemli bir yol açmıştır. Hikayesi kısaca şöyledir: “Descartes, 17.yy da Ortaçağ dünyasının eskimiş dogmalarını bir kenara atıp bilimleri en sağlam temeller üzerine kurmayı amaçlar. Bunun için ' şüphe yöntemi' denilen zorlu ve titiz yöntemi seçer. Ona göre bir sepetteki çürük elmaları ayıklamak yetmezdi, tüm sepet boşaltılmalıydı. Bundan dolayı en küçük şüphe dahi uyandıracak her inancı çöpe atar. Hatta daha da ileri giderek amacı onu aldatmak olan kötü niyetli bir cin hayal eder, öyle bir noktaya gelir ki geometri ve matematiğin görünüşteki apaçık doğruları bile artık kesin değildir. İşte bu her şeyden, başka insanlardan, dışındaki dünyadan hatta kendi bedeninden ve duygularından sıyrıldığı noktada Descrates kurtuluşucogito'da bulur. Ne kadar kandırılmış olsa da, cin onu her seferinde aldatmaya ne kadar kararlı olsa da, aldatılacak birisi ya da bir şey olmak zorundadır. Descartes, başka her konuda yanılıyor olsa bile kendisinin orada, o anda yanıldığını düşüncesini taşıyarak var olduğundan şüphe duyamazdı. Ve bu noktada Descartes hepimizin diline plesenk olan şu gerçeğin farkına varır: "Cogito ergo sum. [ Düşünüyorum, öyleyse varım.]"” 


Kısacası dünyaya ilişkin sözde bilgimizin duyularımız yoluyla elde ettiğimiz algılara ve aklımıza dayandığını bilmeliyiz. Ancak algılarımız bizi yanıltıyor olamaz mı? Bununla yapılmış önemli çalışmaların belgesellerini izleyebilirsiniz. Peki, eğer duyularımız bizi yanıltıyorsa veya aklımız bize oyun oynuyorsa ve bizim gerçeklik sandıklarımız sadece bir takım sanılardan ve yansımalardan ibaretse o zaman ne olacak? Rüya görmediğimizden emin olabilir miyiz? Rüya görme deneyimi uyanıklık deneyimimizden ayırt edilemiyorsa, bir olayın gerçekliğinden asla emin olamayız…


 Kaynaklar:Cevizci, A. (2012). Felsefeye Giriş. 2.Baskı. Ankara: Nobel Yayınları.Descartes, R. (2010) Yöntem Üzerine Konuşma. Bulut Yayınları.

Dupre, B. Gerçekten Bilmeniz Gereken 50 Felsefe Fikri. Domingo Yayınları.
Putnam, H. Reason, Truth and History. (pdf)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.